Fakat işler de bir türlü düzelmez, her geçen gün daha da kötüye gidermiş. Bir gün nasıl olmuşsa olmuş, belki çaresiz kalan yetkililer bir de bunu deneyelim demişler ve sarhoş imamı Yeni Cami’ye vaiz tayin etmişler. O gün bir cenaze kaldırılacakmış. Cenaze namazı kılındıktan sonra bizim imam tabutun başucuna eğilerek bir şeyler fısıldamış. Cenazeden sonra meraklılar ne söyledin merhuma diye sormuşlar imama. İmam efendi şöyle demiş, “Merhuma, şimdi sen öbür tarafa gidince sana dünyanın halini sorarlar, sen onlara sarhoş imam Yeni Cami’ye vaiz oldu de, onlar dünyanın ne hale geldiğini anlarlar.”
Maalesef ülkemizde de durum pek farklı değildi. Ehliyetsiz ve liyakatsiz kişiler çeşitli kurum ve kuruluşların başına geçip, o müesseseleri yönettiler. Bunun acı faturasını milletçe ödedik. İnşallah siyasilerimiz de gereken dersleri çıkarmışlardır.
Dini konularda ahkâm kesecek değilim. O kadar derin bilgiye sahip değilim. Ancak, bunca yılın tecrübesi ve aklım, bana şunu öğretti:
Aziz kardeşim, güzel kardeşim, işte Kur’an-ı Kerim burada, cami şurada, görevli imam orada, müftülük de az ileride…
Şimdi bütün bunlar varken aracılarla işin ne?
Bir sürü tarikatlar, cemaatler, guruplar, cübbeli cübbesiz, hırkalı hırkasız, arıklı sarıksız hocalar, şeyhler, şıhlar, din tüccarları… Dikkat edin bu adamların bir mesleği, bir işi yoktur. Hiçbir şey üretmezler. Bu yolla geçinirler. Her zaman talebeleri, müritleri, abdest havlusu tutacak hizmetkârları mevcuttur.
Çalışmadan, beleşten krallar gibi yaşarlar.
Bizim saf mütedeyyin insanlarımız da bunlara inanır dizinin dibine oturup ondan keramet beklerler.
Hikâye bu ya…
Türkmen evine bir şıh misafir geldi, cübbeli sarıklı torba sakallı…
Buyur ettiler, köylülerle birlikte odaya aldılar, köylüler ne keramet edecek diye ağzının içine bakarken, şıh arada bir irkilir gibi yapıp “Hoşt” diyordu…
Köylüler bunun bir keramet olduğunu anladılar ama ne kerameti olduğunu anlayamadılar, merakla sordular: “Ya şıh hazretleri nedir arada hoşt dediğin?..”
Şıh:
“Bir köpek Kabe’nin duvarına işeyecek gibi niyetleniyor, onu görüyorum, tabii ki hoşt diye kovalıyorum…”
Köylülerin itikadı bir iken bin oldu…
Olanları kapının eşiğinden dinleyen evin hanım ağası sofrayı hazırladı, herkesin önüne üzerinde et olan pilav geldi…
Şıhın tabağında sadece pilav vardı…
Şıh bir süre etsiz tabağa baktıktan sonra, kapıda beliren hanım ağaya “Benim tabağımda et niye yok, bunun bir sebebi var mıdır ey hatun?” diye sordu…
Hanım ağa yaklaştı, tabağı ters çevirdi, onun etlerini pilavın altına koymuştu… Pilavın altında etlerin gözükmesiyle elindeki kepçeyi şıhın kafasına indirdi:
“Ulan tabağındaki eti göremedin de, Kabe’deki iti mi gördün?..”
Aziz kardeşim güzel kardeşim, işte Kur’an-ı Kerim burada, cami şurada, görevli imam orada, müftülük de az ileride…
Aradaki bu palavracılara inanmayın artık.
Yok, kerameti varmış, yok peygamberimizi rüyasında görüyormuş, yok büyüleri bozuyormuş, yok cinleri kovalıyormuş, yok hastalıkları iyi ediyormuş…
Hepsi palavra. Hani atalarımızın güzel bir lafı vardır.
“Enayiler olmazsa akıllılar nasıl geçinecek” diye.
Kanmayın artık bu üçkâğıtçılara.
Bugünkü yazımızı da Hayyam’ın şu satırlarıyla noktalayalım.
Sen sofusun,
Hep dinden dem vurursun.
Bana da sapık,
Dinsiz der durursun.
Peki!
Ben ne görüyorsam oyum.
Ya sen?
Ne görünüyorsan o musun?
Tekrar buluşabilmek umuduyla esen kalın.