Duyarsızlık: ilgisizlik ya da kayıtsızlık
Bir insanın, toplumun veya diğer insanların duygusal, sosyal veya fiziksel yaşamlarına ilgi duymamasıdır.
Duyarsızlık, insanları tek başına etkileyebileceği gibi toplumları veya grup halinde insanları da etkileyebilir. Şöyle ki, diğer ülkelerde veya ülkenin diğer bölgelerinde yaşanan savaş, ölüm, açlık gibi zorlukları önemsemeyerek sadece kendi sorunlarıyla ilgilenmek gibi.
Salgın hastalığa benzeyen duyarsızlık, hızla yayılır. Bir noktaya geldikten sonra da içine girdiği toplumu son ferdine varıncaya kadar etkilemeden bırakmaz. Oysa insan, toplumsal bir varlıktır. Duyarlığıyla yaşam ve toplum içinde bir anlam kazanmaktadır. Kendi farkındalığının koşulu da budur
Birbirinin aynısı gibi görünen “hissetmek” ve “duyarlı olmak” farklı kavramlardır. Her insan duyabilir, ama duyarlı olamaz. Duyarlı insan, etrafında olan bitene kayıtsız kalmayan, olaylar karşısında tavrını koyabilendir, aynı zamanda amacı ve ilkesi olandır da. Bu durum, aynı zamanda insan olmanın, temel gereklerindendir.
“İnsan insanın kurdudur” felsefesinden beslenen kültür, ben merkezli bir anlayışın içine hızla çeker, duyguları kısırlaştırmak yoluyla asıl özden koparır. Bizi bizden koparır.
Duyarsız insan, iç dünyasında yarattığı basit zevklerin dışındaki dünyaya kapılarını kapatmış olaraktan ilkesiz, amaçsız bencil ve adalet duygusundan yoksun kısır döngüde yaşar.
Duyarsızlaşmış insan ve toplum, işitir ama duymaz. Bakar ama görmez. Düşünür ama anlamaz. Kalbi çarpar ama vicdanı sızlamaz.
İnsanoğlu geleceği ve yaşam tarzı hakkında karar verebilen tek canlıdır.
Fransız İhtilalı’nın öncü düşünürlerinden Jean Jacques Rousseau, “toplumlar hak ettikleri şekilde yönetilirler” der. Toplumun sürü psikolojisinden uzaklaşıp, geleceği hakkındaki kendi karar verebilme yetisi elinden alınmasına, bilerek isteyerek karşı çıkmaması, yönetene tepkisini göstermemesi önüne sürülen her şeyi “evet”lenmesi bir başka çeşit, ama önemli bir toplumsal duyarsızlıktır.
Bir gün belki de aynı şeylerin bizim başımıza gelebileceğine düşünmeden kocası tarafından dövülerek öldürürken kadını kurtarmak yerine, ya yürüyüp giden ya da cep telefonlarıyla videoya alan insan nasıl duyarlı olabilir?
Her akşam izlenilmek üzere televizyondan servis edilen mafya dizilerinde insan canına kıymak normal bir olgu haline dönüşmüştür.
Eziyet edilen hayvanlara, bozulan doğaya tepki veren elle gösterecek duruma gelmiştir.
Ev alırken yanımızda kimlerin oturduğuna değil, öncelikle evin kaç odasının bulunduğuna akıllı özelliğinin bulunup bulunmadığına bakılmaktadır. Bizler ne zamandan beri kapı bitişiği komşuya bir “günaydın“ demekten kaçan insanlar olduk.
Evlerimizin içinde televizyon olsun, ondada insan uyuşturan dizler bulunsun yeter ki. Yanımızda karşılıklı biri varlığı yokluğu bizi ilgilendirmez. Gelişmeye tekniğe kimse karşı durmaz. Hastalık ölüm gibi durumlar dışında geceleri kimse kimsenin kapısını çalmamasının nedeni budur. O da küçük yerleşim yerlerinde.
Önceleri filmlerdeki duygusal sahnelerde oluk gibi gözyaşı döken insanımız, şimdiler de yaşamdaki trajedileri görmezden geliyor. Kardeşlik, akrabalık, komşuluk anlamsızlaşarak vicdanlar uyuşuyor.
Apartman komşumuzun evi yansa bir kova su alıp koşmak yerine bu işle görevli birimi gelmesi bekliyor. Irza namusa saldırı olduğunda müdahale etmek yerine bana yakınlarıma değil deyip uzaklaşılabiliniyor.
Gözler önünde yaşanılan haksızlığa, yaşatılan işkenceler, hak edenin ettiği yere gelememesi durumuna, insanın insan verdiği acılara -bunun hem kendisi hem de insanlık açısından bir ziyan olduğunu bile bile duyarsız kalınıyor.
Kıyımı, açlık, şiddet, cinayet haberlerini film gibi seyredilebiliniyor, kimi durumlarda toplumsal onurumuz ayaklar altına alınırken gülünebiliyor, öz değerlerimizi yaşama ve yaşatma noktasında kayıtsız kalınabiliyor.
Oysa yakın uzak çevrede oluşan bu olaylara ilgisiz kalınması, kulaklarını, gözlerini, ağzını kapatarak üç maymunu oynamak, aklı fikri olan insana yakışan bir davranış değildir.
Çünkü insanlar, okumayı, öğrenmeyi, paylaşmayı, tartışmayı, yazmayı, yaratmayı kısaca insanca olan çok şeyi unutmaya bırakılmıştır Hazcı kültüre kendimizi bıraktıkça duyarsızlaşıyor, duyarsızlaştıkça insanî değerlerimize uzaklaşıp yabancılaşıyoruz.
Halk olarak bizim bu tepkisizliğimiz yetkili ve etkili makamlarda oturanlarda da bir rehavete yol açtığını söylememek olanaksızdır.
Bu tepkisizliğin altında yatan nedense bilinçli ve örgütlü hareket edememek, bireyi devlet karşısında korumayı amaçlayan sivil toplum örgütlerinin batı toplumlarına nazaran sayısal anlamda azlığı ve var olan sivil toplum örgütlerinin de etkin çalışamamasını gelir. Türk halkının örgütlenmekten korktuğundan olaylara tepkisiz kalışını ve bunu da siyasilerin kullanıldığını düşünmüşümdür.
Duyarsızlar, yani çevresindeki gelişmelere tepki vermeyenleri insanî ölülerdir, insan iki türlü ölür. Ya bildiğimiz şekilde bu dünyadan ayrılma, ya da olaylar karşısındaki duyarlığını yitirerek… Bunu unutmamak gerekir.