Hayat süresini bilmediğimiz bir yolculuktur aslında. Bazen inişler, bazen yokuşlar, bazen taşlar, bazense kocaman dağlar aşarız…
Küçük bir mahallenin sokaklarında yaşanıp bitmiş bir hikaye bizimkisi. Zaman geçmiş, belki o sokakta yaşayan insanlar bile geçmiş bu hayattan. Ama yaşanılanlar, konuşulan sözler, paylaşılan lokmalar, içilen kahvelerin kokusu, gülen yüzlerin kahkahaları uçuşan uçurtmalar kaldı geride…
O zamanlar masallar dinlerdik. O masallar bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde diye diye anlatılırdı. Gülerek dinlerdik şimdi anlıyorum ki o zamanlar da yaşanılanlar şu an bizim için de bir varmış bir yokmuş oldu.
İnsan niye bu kadar çocukluğuna özlem duyar diye düşünüyorum bazen. Şimdilerde daha iyi anlıyorum sanki. Çünkü insanın en masum olduğu zamanlardır çocukluğu içinde kötülük olmadığı zamanlar. Çocuklar küsemez mesela onlar için mutlulukları daha önemlidir çünkü. İşte mutluluğumuzun her şeyden daha önemli zamanlarımız o günler olduğu için o masumiyeti arıyoruz aslında. Yani suya düştüğünüz için değil sudan çıkamadığımız için boğuluyoruz. Üstadım ıslanıp kuruduğum yağmurlarım var benim. Çizgimden geçtiğim yapmam dediğimi yaptığım. Hayat kahrını sana çektirir birde senden parçalar götürür yani çok anlam yüklememek gerek bazı şeylere. Geçe kalma ey gönül ne demiş Mevlana “Ne bu dertler kalıcı, ne de bu ömür” Bu yokuşlar bana bugünü yaşamam gerektiğini öğretti. Kahvemi bile kokusunu içime çekerek içiyorum, kitaplarımın sayfalarını çevirirken sayfalarını, bahçemde yürürken çiçeklerimi, deniz kıyısında deniz dalgalarının getirdiği denizin kokusunu içime çekiyorum… Hafızama kazırcasına keyif alarak severek yaşıyorum bugünümü… Yarınlar belkidir, dünler ise keşke ama bugün öyle mi bugün bizimdir cebinde olan sıcak para, sırtındaki ceketin, tabağındaki yemektir bugün. Kalp bugünde atar, çiçekler bugünde açar, sevgi bugünde yeşerir. Yarında belki varsındır belki yoksundur.