Ben nedense eskiler ne yapardı, günlerini nasıl geçirirdi, ne iş yaparak geçimlerini sağlarlardı çok merak ediyorum. Çocuklar kışın dışarı çıkamadıkları zaman ne yaparlardı, e bilgisayar da yok tabi. Böyle yaşlılardan hikâyelerini dinlemek, onların zar zor buldukları, “dinleyen” birini bulunca da anlattıkça anlatası gelen hallerini gözlemlemek çok hoşuma gidiyor. Hatta bazen dedemin anlatası gelir, ben de çaktırmadan sesini kaydederim. İlerde “dedem olsa da anlatsa” dediğim an kaydı açıp dinlemek için. Kim bilir belki yazarım bile. Ben genç yaşlılardanım galiba…
Şu anda hepimiz, her ne konumdaysak, ne işle meşgulsek büyük olasılıkla aynı şeyleri düşünüyoruz. Kariyerimizde nasıl ilerleriz, nasıl daha çok para kazanırız… Ucu ucuna yeten emekli maaşı yüzünden, emekli olan da düşünüyor, daha iş hayatı nedir, iş nedir bilmeyen öğrenci de. Çalışanlar zaten durumun içinde oldukları için bu durum sık sık düşüyordur akıllarına.
Çok doğal. Hepimiz daha iyi bir hayat için mücadele ediyoruz. İşsiz olanların da sabah akşam düşündükleri tek şey bir iş bulabilmek. Son zamanlarda hayatımızı hep “iş” odaklı yaşıyoruz. Valla korkuyorum “para” “sağlığın” önüne geçecek diye. Hoş bu zamanda hasta olsak paran yoksa ölmeni bekliyorlar ya neyse…
Olsun, yine de önce sağlık.
Herkes geleceğin meslekleri neler diye tartışıyor, üzerine konuşuyor. Ben bugün eskilerin mesleklerinden, kaybolan mesleklerden bahsedeceğim. Dedim ya eskileri severim.
İlk olarak günümüzde tek tük kalmış olan pilavcılardan başlayalım. Her ailenin evinde hemen hemen haftanın 4-5 günü pişen bir yemek kendisi. Ama “pilavcı pilavı” diye bir kavram var. İşte onun tadı hiçbir yerde yok. Gece 23.00’ten sonra çıkmaya başlarlar sokağa seyyar pilavcılar. Hepsinin belli bölgesi vardır orada dururlar. İster domatesli, ister nohutlu, ister tavuklu. Ah o tavuklu yok mu! Bir de hangi pilavcıya sorsanız Karamanlıdır. O pilavın tadını çok özleyeceğiz. Pilava, pilavcıya sahip çıkalım…
Bir de simitçiler var onları unutmayalım. Ben 4-5 yaşlarındayken sabahları bağıra bağıra geçerlerdi evin önünden. “Simitçiiii” diye bağırırlardı, ben de bana sesleniyor diye “efendim” derdim. Şimdi keşke duysam o sesi de yine adımı söylediğini zannedip çıksam balkona. Ama yok, pastaneler, fırınlar var artık hem yine çok nadir rastladığımız simitçilerin simitleri de sokakta bütün tozu toprağı alıyordur. Pistir onlar. Ah bilmiyorlar ki en lezzetlisi o simitler.
Kar kış oldu mu o sobalar yakılır, üstünde kestaneler pişirilir, iç kısmında patatesler yapılır. Ohh! Biz büyük şehirlerde doğalgaz kullanıyoruz ama ülkemizin birçok yerinde soba yakılmaya devam ediyor. Tabi kömür de yok o zamanlar anca odun kullanılırdı. Odun, çam gibi reçineli ağaçların yağı ve çabuk yanmaya elverişli kısımları kullanılarak ateşlenirdi. Ateşi tutuşturmak için çıra kullanılırdı, haliyle bunun için çıracılar vardı. Çırayı öyle kiloyla almak da yok, çıracı çıraları on tane on tane bağlayıp desteler halinde satardı. Kış aylarında sokakta sıklıkla görülen bir esnaftı kendisi. İnsanlar üşümesin diye kendi üşürdü. “Para kazanmak için.”
O zamanlar geçim hayvancılıkla sağlanıyor tabi ama hayvanların da ihtiyaçları var. Ulaşım, et ve süt ürünleri, derisinden giyim gibi birçok ihtiyacı karşılıyordu hayvanlar. Onlar için de kolancılar vardı. Özellikle semer, eyer gibi şeyler satarlardı ve daha çok yol güzergahlarında olurdu dükkanları.
Böyle eskiyi, kültürü yaşatma köyü gibi bir şey kurulsa, büyük şehirlerde yaşayanlar da “işlerimizi” bırakıp ara sıra oraya gitsek (çünkü sürekli orda yaşayamayız çalışmamız lazım!), telefon yok, suyu kuyudan çeksek, derede çamaşır yıkasak, çıracıdan çıra alıp soba yaksak, basmacıdan kumaş alıp şalvar, elbise diksek, kolancıdan hayvanın eyerini bağlamak için kayış alsak, köşkerlerde çarıklar, postallar yaptırsak. Ne yazık ki bu meslekler teknolojiye yenik düşüp tarihe karışmış ya da karışmak üzere. Bu köy belki birilerine fikir olur, bizler de çoluğa çocuğa çamurdan pasta yapmayı, radyasyonsuz yaşamı gösteririz.