“GARIBAN” kelimesi ve bu kelimenin ifade ettigi anlam son zamanlarda kafami oldukça kurcalayan bir konu haline geldi.
Sanki son üç yüz yillik hengâmemiz ve bugün yasadigimiz kaotik ortam bu kavrama yeterince egildigimizde daha iyi anlasilacakmis gibime geliyor.
Gariban kelimesini ilk duydugum yer dogup büyüdügüm Pamukyazi Köyü oldu.
Köyün ücra bir kösesindeki saz evlerin olusturdugu “Çingene Mahallesi” yiginla garibana ev sahipligi yapardi.
Evin en küçügü oldugum için annem bakkala genellikle beni gönderirdi.
Bakkalda çogu zaman üstü basi dökülen gariban vatandaslara rastlardim.
Bakkaldan yüz gram toz seker, iki üç dal sigara, yarim paket sana yagi alan insanciklar dikkatimi çekerdi.
Kisin ayaklarinda delik desik ayakkabilariyla, yagmur birikintilerinden sekerek geçen kara kuru çingene çocuklari, ömür boyu tasimak zorunda olduklari gariban yaftasini temsil etmek için bu dünyaya gelmis gibiydiler.
Isçilik yaptigim fabrikalarda da yiginla gariban tanidim. Zayif kemikli elleriyle hayata tutunmaya çalisan soluk renkli simalar… Hayatlari acimasiz bir firtinaya tutulmusçasina savrulup duran gölgeler…
Bu manzaralara ilk tanik oldugum zamanlardan bugüne kadar neredeyse 20 sene geçti ama garibanlik olarak tabir edilen sefalet derecesindeki yoksulluk azalmak bir tarafa daha da artti.
Kayitsizligin, sahipsizligin ve kabullenmisligin bahçelerinde boy atti garibanlik.
Bu topraklarda senare edilen bütün aydinlanma ve aydinlatma teraneleri garibanligin sagir kulaklarina asla ulasmadi.
Olimposlarin rüzgârli zirvelerinde yankilanan seçkinci sesler de yillar ve yillar boyunca kendileri çalip kendileri oynamanin lüksünü yasadilar doyasiya…
Garibanlar, içlerinden tanrisal atesi yeryüzüne indirecek bir Promethe çikaramayacak kadar düskündüler düskünlüklere…
Kültürün esamisinin okunmadigi mahfillerde bol acili arabesk müzik eslik etti garibanliklarina..
“Batsin bu dünya” sarkisina sarilarak teselli ettiler örselenmisliklerini.
Kendi küçük dünyalarinda kalmis yarim yamalak sözcükler gibi yitip gittiler bir cümle olusturamamanin burukluguyla..
Ne Cumhuriyet’in alti oku’nu ne de parlamenter Demokrasinin ne oldugunu hiçbir zaman merak etmeyen hiçbir zaman da ögrenemeyecek olan yüz binler dogurdu bu topraklar.
Sabahtan aksama kadar yoksullugun agir yükünü omuzlamaya çalisan, hayatin hep çileden ibaret oldugunu düsünen yüzbinlerdi onlar…
Bu topraklar onlara “gariban” dedi. Dedi ve geçti…
Gariban vücutlarini ücra daglarda kalasnikof kursunu buldugunda “zaten olan hep gariban çocuklarina oluyor” dedik. Dedik ve geçtik…
Galiba bu topraklarda, garibanligi, varsilliktan keskin hatlarla ayirmak hiçbir zaman mümkün olmayacak. Benim ki de sadece bir anlamlandirma çabasi.
“Garibin çilesi ölünce biter” deyip geçmek lazim vesselam…
Sen yine de “Nerede boynu bükük bir garip görsen, hor görme kim bilir ne derdi vardir?” diye düsün…