Günün sözü “Hayat hariç her şeye yeniden başlayabilirsin.”Kubilay
Ne zamandan beri tasarladığım bir rotaydı bu. Dağdaki Yörüklerden duyduğum “Kızıl Göl”ü bulacaktım. Manastır Vadisi’ne sapmayıp güneye akan yolu takip edecektim. Sonrasında da bulacaktım Kızıl Göl denilen mevkiyi. Oraya neden kızıl dediklerini de ayrıca merak ediyordum. Pazar sabahı dokuz gibi bisikletle yola çıktım. Sırt çantama fazla su almamıştım çünkü o civardaki kaynaklarda yeterince su vardı. Sadece protein içerikli gıdalar ve biraz da meyve aldım yanıma. Uzun ve zorlu bir yolculuk olacağından direnç artırıcı gıdalara, özellikle proteine ihtiyacım olacaktı. Yeniköy köprüsüne kadar asfaltı takip ettim. Günlerden Pazar olduğu için yolda o kadar da yoğun bir trafik yoktu. Yine de köprüye gelmeden sola sapıp tarla yolundan devam etmeyi tercih ettim. Böylesi hem deha dinlendirici olacaktı hem de daha risksiz. Yaklaşık yarım kilometre ilerledikten sonra ummadığım bir sürprizle karşılaştım. Genelde bu mevsimde sığ olan küçük bir çay yolumu kesmişti. Önceki seneler bisikletle rahatça içinden geçtiğim çay ,şimdi diz hizamı geçen bir suyla doluydu. Gerisin geri dönmek zaman ve enerji kaybı olacağımdan ayakkabılarımı çıkardım. Bisikleti omuzlayıp suyun içinden karşı tarafa geçtim. Kutlutaş mıcır ocaklarının hizasına kadar şose yolu takip ettim. Sonrasında asfalta çıkarak Ahmetli yönüne doğru pedal çeviriyordum. 15 dakika kadar sonra Ahmetli Köyü’nü geride bıraktım. Pazar olmasına rağmen köy kahveleri yarıya kadar doluydu. Hatta bir kasap dükkanı ve berber de kapılarını açmıştı. Kasap dükkanının hayli enteresan bir ismi vardı; Laka Dayı. Bizim halkımız lakap takma konusunda epey mahirdir. Bu kasabı işleten kişinin de lakabı “laka” idi demek ki. Herhalde traktörle giderken lakalara çok giren bir ağabeyimiz, diye geçirdim aklımdan. Ya da hayatı inişli çıkışlı bir seyir takip etmiş olabilirdi Laka Dayı’nın. Ahmetli’den çıkarken asfaltın hemen sol yanında uzanan birkaç mezarlık da ilginç bir görüntüydü doğrusu. Bu insanlar kimdi, ve neden yolun kıyısına defnedilmişlerdi? Bilmiyorum ama ansızın karşıma çıkan bu mezarlıklarla ölümü de hatırlamış oldum. Denize çıkan yoldan hemen sola sapıp manastır mevkisine doğru ilerlemeye başladım. Yol üzerinde zeytin ağaçlarının dip temizliğini yapan köylüler vardı. Bu mevsimde ağaçların dibinden köylülerin “piç” olarak tabir ettikleri sürgünler fışkırır. Zamanında kesilmezse bu sürgünler, ağacın gelişimi için engel teşkil edebilir. İşte yol üzerindeki köylüler bu sürgünleri budamaktaydılar. Manastır yoluna girdikten 10 dakika sonra çok temiz bir su kaynağı karşıladı beni. Köylüler dağdan akan bu suyu boru içine almışlar , suyun düştüğü yere de eski bir küvet koymuşlar. Sırf bu suyu içmek için bile buraya gelebilir insan. O kadar hafif aynı zamanda da o kadar leziz bir su. Yanımda getirdiğim şişeye bu sudan doldurup yoluma devam ettim. Yolun epey dikleştiği ve artık dağ eteklerine geldiğimizi hatırlatan noktalarda bisiklete veda etmem gerekiyordu. Bisikleti çalılıkların arasına kilitleyerek yoluma yürüyerek devam ettim. Yörüklerin dediği gibi, manastır sapağını geçerek güney yolunu takip etmeye başladım. Kısa kısa molalar vererek neredeyse iki saat kadar yürüdükten sonra artık orayı bulamayacağımı düşünmeye başlamıştım. Belki de yanlış yönde ilerliyor olabilirdim. Etrafım tepelik olduğu için de tam olarak nerede bulunduğumu kestirmem kolay değildi. Şose yollarda traktör tekerleklerinin izleri uzanıyordu. Kimi çamurlu alanlardaysa geceleyin buralarda gezindikleri anlaşılan yaban domuzu sürülerinin ayak izleri vardı. Karnım acıktığı için bir yerde durup bir şeyler yemem gerekiyordu. Bir tepeyi aşınca insanın belini aşan otlarla kaplı içinde; incir ve zeytin ağaçlarının bulunduğu muhteşem bir alanla karşılaştım. Burası yemek yemek için ideal bir yerdi doğrusu. Oradaki bir zeytin ağacının altında yarım saat kadar dinlendim. Bu kadar gelmişken Kızıl Göl’ü bulamamış olmam üzücüydü. Ya geri dönecektim ya da daha ileri gidecektim. Yemekten sonra kendimi daha iyi hissettiğim için ilerlemeye karar verdim.
Tepenin batı yönünde büyük bir kızıl alan görünce yanlış rotayı takip etmediğimi anladım. Tam ümidimi kesmişken bulmuştum Kızıl Göl’ü. Bulunduğum noktadan Samos Adası’nı görebildiğime göre ileride Pamucak sahili uzanıyor olmalıydı. Yaklaşık on dakika daha yürüdüğümde karşılaştım Kızıl Göl ile. Gerçekten de boydan boya kızıldı bu alan. Alan en az 5 futbol sahası genişliğindeydi. Ve bu alana kızıllığı veren şey ,toprağın renginden başkası değildi. Ben, epey büyük bir göl ile karşılaşmayı umarken karşımda yüz metrekareyi aşmayan bir su birikintisi vardı. Ancak civardaki toprağın çamurlaşmış hali, kışın bu alanın tamamen suyla kaplı olduğunu işaret ediyordu. Yine de buraya geldiğime değmişti. Etrafın manzarası hakikaten muhteşemdi ve denizden estiği anlaşılan hava insanı yeni bir hayat gücüyle doldurmaya yetiyordu. Yarım saat kadar da orada kalıp etrafı gezdim. Birkaç yerde engerek yılanları çıktı karşıma. Bu tür, tüm Türkiye’deki yılanlar içinde en zehirlisi olarak bilinir. Boyları elli santimi nadiren aşar ve baktığınızda kafası nerede kuyruğu nerede pek anlayamazsınız. Arazide çok iyi kamufle olurlar; genelde ürkek hayvanlardır ama yanlışlıkla üzerine filan basacak olursanız tereddüt etmeden dişlerini bileğinize geçiriverir. Birkaç saat içinde de hastaneye yetişemeyecek olursanız ölürsünüz. Bu hayvanlar için de Kızıl Göl çok önemli olmalıydı. Çünkü etrafta başka bir su kaynağı yoktu. Saat akşama yaklaşmakta olduğundan dönüş yoluna koyuldum. Kızıl Göl’ü bulmuştum ve ilk fırsatta yine buraya gelecektim.