GEÇENLERDE, çok uzun bir aradan sonra (1,5 yıl) bir düğün eğlencesine katılmış bulundum. Düğünler çağ atlamış resmen. Bir acayip haller peydah olmuş biz o taraflara uğramayalı. Neyse, geçelim bu acayip halleri, ne de olsa memlekette özgürlük var. Hele ki, eğlence söz konusu olduğunda. Herkes istediği şekilde düğün yapmaya hak sahibi. Yalnız katıldığım o düğün esnasında bir mevzu çok ilgimi çekti. Ona temas etmeden geçmeyeyim. Çünkü bu mevzu biraz bize ayna tutuyor. Toplumsal yapımızı ortaya koyması açısından ben, bu örneğe takıldım biraz. Düğün esnasında sahne alan orkestradaki arkadaşların yerinde olmak istemezdim. Çünkü pistte oynayan davetliler, adamlara beş dakika içinde altı ya da yedi ayrı şarkı çaldırıyorlardı. Orkestra daha şarkının birisi bitmeden başkasına başlıyordu. Pes doğrusu. Adamlar resmen manyadılar. Ama millette ne gam. Demem o ki, artık her şeyden çabucak sıkılan ve her şeyi hemen gözden çıkaran insanlar olduk. İçinde yaşadığımız çağın rengine büründük aslında. Günümüzde, “Katı olan her şey buharlaşıyor” deyişi bambaşka bir anlam kazandı İnternet ve sosyal medya çılgınlığında olgular ve olaylar katı bile olamadan buharlaşıyor.
İç savaşı yaşayan bilir
Kayınpederimin kapı komşusu Şadi, canını kurtarmak için ailesini de yanına alarak geçtiğimiz kış Suriye’den Torbalı’ya geldi. Ailenin Suriye’de iyi bir hayatları ve gelecekle ilgili planları vardı. Yaşanan iç savaş bütün bunları mahvetti ve yoksul bir mülteci ailesi olarak komşu ülke Türkiye’ye sığındılar. Ayda bir kere Şadi’nin evine misafir oluyorum. Gitmezsem mutlaka telefon edip, yarım yamalak Türkçesi ile “abi, sen neden gelmedi?” diyor. Gönlünü almak için gidip acı kahvesini içiyoruz. Henüz bir aylıkken Türkiye’ye sığınan minik kızı Nurcan neredeyse yürümeye başlamış. Dizlerime yapışıp yüzüme bakıyor. İç savaşın bütün acılarını yaşamış birisi olarak Şadi, 25 yaşında olmasına rağmen benden yaşlı duruyor. Torbalı’daki inşaatlarda çalışıp ailesini geçindirme derdinde. Ve haber bültenlerini endişeyle izliyor. “Savaş çok kötü, Türkiye’de de olmaz inşallah. Türkiye Suriye gibi değil; çok büyük memleket, insan çok. Savaş olursa nereye gidecek bu millet? Kimse kabul etmez.” diyor Şadi. Biliyor savaşın gerçeğini. Uyanık olalım, uyanık olalım; eğer uyuyorsa kardeşliği uyandıralım. Bu ülke hepimize yeter. Başka bir Türkiye’de yok zaten.
Bir Ender Subakan vardı…
Ender Subakan ismini Karakuyu’nun Belde olduğu zamanlarda çok duyardık. O zamanalar muhabirlik yapmaktaydım ve Karakuyu’nun mütevazi belediye binasına uğrar Ender Subakan’ın çayını içer kendisiyle hasbihal ederdik. Karakuyu belde statüsünü yitirdi; Subakan da İsmail Uygur’un ikinci döneminde Başkan yardımcılığı görevine getirildi. Sonrasında sırra kadem bastı desek yanlış olmaz. Ender Subakan şimdi nerededir, ne yapmaktadır bilmem. Muhtemelen Karakuyu taraflarında kafa dinlemekle meşguldür. Kendisine buradan bir selam göndereyim hiç olmazsa.
Mendilimde kan sesleri
Ülkenin içinde bulunduğu ortamdan mıdır, yoksa sonbaharın ufukta görünmesinden mi bilmem. Bu günlerde durup durup Edip Cansever’in “mendilimde kan sesleri” isimli şiirini okuyorum. O kadar çok okumuşum ki, bu uzun sayılacak şiiri neredeyse ezberledim. Size bugün, bu şiirden bir pasajla veda edeyim:
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
–Bir vakitler gökyüzüne dayalı derdim ben–